25 Ağustos 2013 Pazar

The Fiery Heart 2. Bölüm (Sydney Bakış Açısı)



Cadılar meclisi gizli kabul töreninin bir çay partisiyle başlamasını beklemiyordum.

“Sigara böreğini uzatır mısın, hayatım?”

Porselen tabağı sehpadan hızlıca kapıp Maude’e uzattım. Maude gruptaki kıdemli büyücülerdendi ve bu akşam bize ev sahipliği yapıyordu. Tek bir toz bile bulunmayan oturma odasında bir daire şeklinde portatif sandalyelerde oturuyorduk ve Bayan Terwilliger yanımda bir salatalık sandviçini hapır hupur yiyordu. Herhangi bir şey demek için son derece gergindim, bu yüzden diğerleri hafif konulardan konuşurken sadece çayımı içtim. Maude bitki çayı servis ediyordu, böylece Adrian’la olan kafein anlaşmamı bozmak konusunda endişelenmeme gerek kalmamıştı.

Tabi kahve servis etse bahane bulmak konusunda da sorun yaşamazdım ya.

Yedi kişiydik ve katılmaya değer olan her sayıda adayı kabul etseler de önemli bir sayıda olmamızdan son derece memnunlardı. Maude bunun uğurlu olduğu konusunda ısrar etmişti. Arada sırada Hopper kafasını çıkarıp sonra hızlıca mobilyaların altına kaçıyordu. Cadılar callistanaları görünce şaşırmayacağı için bu akşam onun da getirmiştim.

Birisi kış kabul törenleri ve yaz kabul törenlerinin avantajları ve dezavantajları konusunu açtı ve düşüncelerim dalgınlaştı. Clarence’ın evindeki işlerin nasıl gittiğini merak ediyordum. Eylül ayından beri Jill’i beslenmeye götürmekten ben sorumluydum ve hepsi bir araya gelmiş iyi zaman geçirirken benim burada olmam garip (ve birazcık hüzünlü) geldi. Aniden akşam yemeği için ayarlama yapmadığımı fark ettim. Adrian sadece şoförlük yapacaktı, aklıma ona söylemek gelmemişti. Zoe işleri ele alır mıydı? Muhtemelen hayır. Hepsinin açlıktan öleceği hakkında beni endişelendiren annelik içgüdülerimi bastırdım. Birileri yiyecek alabilirdi.

Adrian’ı düşünmek bu öğleden sonraki mükemmel anlarımızı aklıma getirdi. Saatler sonra bile, hala beni öptüğü yerleri hissedebiliyordum. Gelecekteki kız kardeşlerimin büyünün şu an aklımdaki son şey olduğunu sezeceklerinden korkarak toparlanmak için derin bir nefes aldım. Aslında, bu günlerde, Adrian’la yarı çıplak kalmak hariç her şey aklımdaki en son şey gibi görünüyordu. Sorunun üzerine soğukkanlı bir şekilde gittiğim için ömrüm boyunca kendime şükrettikten sonra, benim kadar mantığa dayalı birinin bu kadar hızlı bir şekilde fiziksel aktiviteye alışmasından dolayı şaşkındım. Bazen bunu doğal hayvansı bir tepki olarak akla yatkın hale getiriyordum. Ama gerçekte, doğruyla yüzleşmem gerekiyordu: Erkek arkadaşım, vampir olsun ya da olmasın, delicesine seksiydi ve ellerimi ondan uzak tutamıyordum.

Birinin bana bir soru sormuş olduğunu fark ettim. İstemeyerek de olsa, Adrian’ın gömleğimin düğmelerini açmasıyla ilgili düşüncelerimi geçiştirdim ve konuşan kişiye döndüm. Adını hatırlamam bir dakikamı aldı. Trina, evet buydu. Yirmili yaşlarının ortalarındaydı, buradaki benden sonraki en genç kişiydi.

“Pardon?” diye sordum.

Gülümsedi. “Dedim ki, vampirlerle ilgili bir şey yapıyorsun, değil mi?”

Ah, belli bir vampirle bir sürü şey yapıyordum, ama tabi ki onun kastettiği bu değildi.

“Aşağı yukarı,” dedim kaçamak bir şekilde.

Bayan Terwilliger kıkırdadı. “Simyacılar sırları konusunda çok koruyuculardır.”

Birkaç cadı başını salladı. Diğerleri sadece meraklı bir şekilde baktılar. Cadıların büyülü dünyası vampirik olanla kesişmiyordu. Her iki tarafta da çoğunun birbirlerinden haberi yoktu. Simyacıların iş tanımı gereğince Moroi ve Strigoi’ları öğrenmek bazılarına sürpriz olmuştu. Anlağım kadarıyla, bu cadılar kan içen büyülü varlıkların ve onların varolduğu bilgisini saklı tutan Simyacılar gibi grupların olduğunu kabul edecek kadar yeterince mistik ve doğaüstü şeyle karşılaşmışlardı.

Cadılar paranormal şeyleri rahatça kabul ediyordu. Simyacılar ise bu tür şeylere daha kapalıydılar. Beni yetiştiren grup insanların, ruhlarının kutsallığı için büyüden uzak durması gerektiğini düşünüyordu. Bir zamanlar ben de buna ve vampirler gibi varlıkların bizimle dostça ilişkileri olmaması gerektiğine inanıyordum. Bu aynı zamanda Simyacıların bana doğruları söylediklerini inandığım zamandı. Şimdi organizasyonumuzda hem insanlara hem de Moroi’lara yalan söyleyen ve kimi incittiğine aldırmaksızın kendi bencil çıkarlarını korumak için aşırı şeyler yapanlar olduğunu biliyordum. Gözüm açıldığı için artık Simyacılar’a körü körüne bağlı değildim. Tabii bu bazı orijinal ilkeleri hala değerli olduğu için, onlara isyan ediyorum (arkadaşım Marcus gibi) demek de değildi.

Aslına bakarsanız, tüm bunları artık kendime çalışıyor olduğum gerçeğine indirgeyebilirsiniz.

“Aslında kimle konuşmalısın biliyor musun—tabi o seninle konuşursa? Inez’le. Her türden yaratıkla karşılaşmış—sadece yaşanlarla da değil. Hortlak olanlarla.” Maude yine konuşmuştu. Yanağımdaki bir Simyacı olduğumu gösteren  (neye bakacağını bilenlere) zambak dövmemi hemen tanımıştı. Dövmem bize iyileşme güçleri ve dayanıklılık veren vampir kanı ve diğer bileşenlerden yapılıyordu, ve aynı zamanda bizim,  büyülü dünyaya dahil olmayanlarla bu doğaüstü meseleleri konuşmamızı engelliyordu. Ya da, şey, dövmem bunu eskiden yapıyordu.

“Inez kim?” diye sordum.

Bu diğerlerini güldürdü. “Muhtemelen tarikatımızın en yücesi—en azından kıtanın bu tarafındaki,” dedi Maude.

“Dünyanın bu tarafındaki,” diye iddia etti Bayan Terwilliger. “Neredeyse doksan yaşında, çoğumuzun hayal edemeyeceği türden şeyler görmüş ve yapmış.”

“Niye burada değil?” diye sordum.

“Herhangi bir mecliste yer almıyor,” diye açıkladı, Alison adlı bir cadı. “Eskiden öyle olduğuna eminim, ama artık kendi kendine pratik yapıyor... şey, bildiğim kadarıyla böyle. Artık yürümekte zorlanıyor, ve çoğunlukla da başkalarından uzak duruyor. Escondido’nun dışında eski bir evde yaşıyor ve neredeyse hiç dışarı çıkmıyor.”

Aklıma Clarence geldi. “Çok iyi anlaşacağı birini tanıyorum sanırım.”

“Eskiden sayısızca Strigoi ile savaşmıştı,” düşüncelere daldı Maude. “Muhtemelen senin için kullanışlı olabilecek büyüler biliyordur. Ve, ah, sana onlar hakkında anlatacağı hikayeler de. Tam bir savaşçıydı. Birinin onun kanını içmeye çalıştığını anlatışını hatırlıyorum.” Titredi. “Ama belli ki, içememiş, ve o da onu yok etmiş.”

Çay bardağımı ağzıma götüren elim dondu. “Onun kanını içememiş derken neyi kastettin?”

Maude omuzlarını silkti. “Detayları hatırlamıyorum. Belki de koruyucu bir büyü vardı üzerinde.”

Eski ve karanlık bir anı içine çekerken kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Geçen sene, ben de kanımı içmek isteyen bir Strigoi ile kapana kısılmıştım. Kanımı içemediğini iddia etmişti çünkü ‘tadım kötü’ymüş. İçememe nedeni hala bir gizemdi ve Simyacılar ve Moroi’lar daha önemli sorunlar çıkınca peşini bırakmışlardı. Ama benim için hala gizemini koruyordu. Zihnimi sürekli rahatsız eden ve onu benden neyin uzak tuttuğunu sorgulayan sonu gelmeyen bir soruydu bu.

Yüz ifadelerime alışkın olan Bayan Terwilliger beni inceledi ve ne düşündüğümü tahmin etti. “Eğer onunla konuşmak istersen, sana bir buluşma ayarlayabilirim.” Dudakları alaycı bir gülümsemeyle büküldü. “Yine de, sana yararlı bir şeyler öğreneceğinin garantisini veremem. Ne anlattığı konusunda çok... titizdir.”

Maude dudak büktü. “Düşündüğün şey bu değildi, ama seninkisi çok daha kibarca.” Dededen kalma gösterişli bir saate baktı ve bardağını yere koydu. “Eh, o zaman. Başlayalım mı?”

İçime bir korku yerleşirken Inez’i ve hatta Adrian’ı bile unuttum. Bir yıldan daha kısa bir süre içinde, hayatımı kontrol eden Simyacı doktrininden yüz seksen derece dönüş yapmıştım. Artık vampirlere yakın olmak konusunda bir kere bile düşünmüyordum, ama her seferinde gizemli uyarılar beynimde uçuşuyordu. Kendimi hazırlamalı  ve büyüden kaçınmanın benim çoktan terkettiğim bir yol olduğunu ve sadece kötülük amaçlı kullanılırsa kötü olduğunu hatırlamalıydım. Stelle, grup kendine bu adı vermişti, kendilerini ve başkalarını korumak dışında güçleriyle hiçbir şeye zarar vermemeye yeminliydi.

Ritüeli Maude’un evininin palmiyeler ve kış çiçekleriyle dolu arka bahçesinde düzenledik. Dışarısı on derece civarındaydı, ülkenin diğer kısımlarıyla karşılaştırınca ılık sayılırdı, ama Palm Springs’te bu ceket giyme havasıydı—ya da pelerin giyme havası. Bayan Terwilliger bana bu akşam ne giydiğimin bir önemi olmadığını ve ihtiyacım olan şeyin temin edilmiş olduğunu söylemişti. Ve ihtiyacım olan şeyin de altı parça farklı renk kadife kumaştan bir pelerin olduğu ortaya çıktı. Omuzlarıma atarken kendimi bir peri masalındaki seyyar satıcı gibi hissettim.

“Bu sana bizden bir hediye,” diye açıkladı Bayan Terwilliger. “Herbirimiz bir parçasını diktik. Resmi bir törenimiz olduğunda bunu giyeceksin.” Diğerlerinin de  katıldıklarında mecliste kaç kişi var olduğuna göre  değişen çeşitli sayıda yamalardan oluşan benzer pelerinleri vardı. Göküyüzü karanlık ve yıldızlar belirgindi, dolunay siyahlığın ortasında bir inci gibi parlıyordu. Büyü yapmak için en iyi zamandı.

Bahçedeki ağaçların bir daire oluşturduğunu fark ettim. Cadılar o dairenin içinde tütsü ve mumlarla bezenmiş taştan bir sunağın önünde bir daire daha oluşturdular. Maude sunağın yanındaki yerini aldı ve onun önünde eğilmemi işaret etti. Hafif bir esinti bizi sarmaladı, ve büyük, puslu ve kışın yapraklarını döken ağaçlıkların iş gizli ritüellere geldiğinde garip olduğunu düşünsem de, yüksek palmiyeler ve ayazlı havada doğru hissettiren bir şey vardı.

Gelip katılmam uzun bir süre almıştı ve Bayan Terwilliger beni yüz defa ilkel bir tanrıya bağlılık yemini etmediğim konusunda temin etmek zorunda kalmıştı. “Kendini büyüye bağlıyorsun,” diye açıklamıştı. “Bilgisinin arayışına ve dünyanın iyiliği için kullanacağına dair yemin ediyorsun. Aslında, bu bir öğrencilik yemini. Senin de onaylayacağın türden bir şeye benziyor.”

Öyleydi de. Ve bu yüzden, Maude’ün önünde o ritüele önderlik ederken eğildim. Önce etrafımda bir mumla dolaşarak ateş için, sonra da alnıma su serpiştirerek beni elementlerle kutsadı. Ufalanmış menekşe yaprakları toprak için ve tütsünün bir halka dumanı da hava içindi. Bazı gelenekler bu element için bıçak kullanmayı gerekli kılıyordu ve onlarınkinin öyle olmadığı için memnundum.

Elementler insan büyüsünün kalbiydi, aynı vampir büyüsünde olduğu gibi. Ama Moroi'da olduğu gibi ruh yoktu. Ruh, Moroilar arasında daha yeni yeniden keşfedilmiş bir büyüydü ve sadece bir avuç Moroi kullanabiliyordu. Bunu Bayan Terwilliger'a sorduğumda iyi bir cevabı olmamıştı. En iyi açıklaması insan büyüsünün fiziksel elementlerin bulunduğu dış dünyadan çekilmiş olduğuydu. Ruh, hayatın özüne bağlıydı, hepimizin içinde yanıyordu bu yüzden zaten mevcuttu. En azından bu en iyi tahminiydi. Ruh insan büyü kullanıcılarına da, vampir büyü kullanıcılarına da bir gizemdi, etkileri bilinmiyordu ve korkuluyordu—ki bu sık sık geceleyin uykusuzca uzanıp Adrian'ın bundan uzak kalamaması hakkında endişelenmemin sebebiydi.

Maude elementlerle işi bitince, "Yeminlerinizi edin," dedi.

Yeminler bu özel meclisin kökenleri ortaçağ Roma dünyasından geldiği için İtalyancaydı. Yeminin çoğu Bayan Terwilliger'ın söylediği şeye uygundu, büyüyü bilgece kullanmak ve meclisteki kardeşlerime destek olmak için bir sözdü. Bir süre önce ezberlemiştim ve hatasızca söyledim. Yaptıkça, içimde bir enerjinin tutuştuğunu hissettim, hoş bir büyü uğultusu ve etrafımızda yayılan hayat. Tatlı ve canlandırıcıydı ve bu hissin ruhtan mı geldiğini merak ettim. Bitirdiğimde yukarı baktım ve dünya daha aydınlık ve berrak, normal insanların anlayabileceğinden çok daha fazla mucize ve güzellikle dolu göründü. O zaman büyüde kendiniz getirmedikçe hiç kötülük olmadığına inandım.

"Aramızda adın nedir?" diye sordu Maude.

"Iolanthe," dedim hemen. Yunancada "mor çiçek" anlamına geliyordu ve Adrian'ın bana auramdaki mor kıvılcımlardan bahsettiği tüm o zamanlardan sonra aklıma gelmişti.

Ellerini bana uzattı ve kalkmama yardım etti. "Hoş geldin, Iolanthe." Sonra, beni şaşırtarak, bana sıcak bir kucaklama verdi. Diğerleri de, şimdi ritüel bittiği için halkayı bozarak, en son Bayan Terwilliger olmak üzere beni kucakladılar. Beni diğerlerinden daha uzun süre tuttu ve bu gece gördüğüm her şeyden daha şaşırtıcı olan da gözlerindeki yaşlardı.

"Harika şeyler yapacaksın," dedi bana hararetle. "Seninle gurur duyuyorum, herhangi bir kız çocuğundan duyabileceğimden daha çok."

"Evinizi yaktıktan sonra bile mi?" diye sordum.

Tipik neşeli ifadesi geri döndü. "Belki de o yüzden."

Güldüm ve ciddi hal kutlama haline dönüştü. Maude'un şimdi büyüyle işimiz bittiği için baharatlı şarapla çay takas ettiği oturma odasına döndük. İçmedim ama gerginliğim kaybolalı çok olmuştu. Mutlu ve hafif hissediyordum... ve daha önemlisi, oturup hikayelerini dinledikçe, oraya aitmişim gibi hissediyordum—Simyacılarla olduğundan çok daha fazla.

Tam Bayan Terwilliger ile sonunda gitmeye hazırlanırken telefonum çantamda titredi. Arayan annemdi. "Özür dilerim," dedim onlara. "Buna bakmalıyım."
Herkesten çok daha fazla şarap içmiş olan Bayan Terwilliger bana el salladı ve başka bir bardak doldurdu. Onu ben bırakıyordum, yani gidicek bir yeri filan yoktu. Mutfağa çekilirken telefona cevap verdim, annemin aradığına sadece biraz şaşırmıştım. İletişimi koparmamıştık ve akşamları sohbet etmek için müsait olduğumu biliyordu. Ama konuştuğunda, sesinde bunun normal bir arama olmadığını söyleyen bir aciliyet vardı.

"Sydney? Zoe ile konuştun mu?"

Zihinsel alarmlarım patladı. "Bu öğleden sonradan beri değil. Bir sorun mu var?"

Annem derin bir nefes aldı. "Sydney... babanla ben ayrılıyoruz. Boşanıyoruz."

Bir anlığına, dünya döndü ve ben destek almak için mutfak tezgahına yaslandım. Yutkundum. "Anlıyorum."

"Çok üzgünüm," dedi. "Bunun senin için ne kadar zor olacağını biliyorum."

Bunu düşündüm. "Hayır... tam değil. Yani, sanırım...şey, şaşırdım diyemem."

Bana bir keresinde babamın gençliğinde daha yumuşak başlı olduğunu söylemişti. Benim için hayal etmesi zordu, ama belli ki, onunla evlenmesinin bir nedeni vardı. Yıllar içinde, babam soğuk ve inatçı birine dönmüştü, kızları da dahil tüm hayatı üzerine üstünlük sağlamış bir bağlılıkla kendini Simyacı işlerine vermişti. Sert ve tek amaçlı olmuştu ve onun gözünde kızından çok daha iyi işler için kullanılan bir araç olduğumu uzun zaman önce fark etmiştim.

Diğer taraftan annem, sıcak ve eğlenceli, ona ne zaman ihtiyacımız olsa bizi dinlemeye ve sevgi göstermeye istekliydi. Hemen gülümseyebilen biriydi... gerçi bu günlerde pek gülümsüyor gibi görünmüyordu.

"Bunun senin ve Carly için duygusal olarak zor olacağını biliyorum," dedi. "Ama günlük yaşamınızı o kadar etkilemeyecek."

Kelime seçimini ölçüp tarttım. Ben ve Carly. "Ama Zoe..."

"Zoe reşit değil ve senin Simyacı işini yapmaya gitmiş olsa bile hala yasal olarak ebeveynlerinin gözetimi altında. Ya da ebeveyninin. Baban onu şuan olduğu yerde tutabilmek için tek velayet kaydına geçirmek niyetinde." Uzun bir duraksama oldu. Onunla mücadele etmeyi planlıyorum. Ve kazanırsam, onu benimle yaşamaya getireceğim ve normal bir hayat yaşayabilir mi bakacağım."

Afallamıştım, ileri sürdüğü savaşın türünü hayal edemiyordum. "Hepsi ya da hiçbiri mi olmak zorunda? Velayeti paylaşabilir misiniz?"

"Paylaşmak ona vermekle aynı olabilir. Kontrolü ellerinde tutar ve onun Zoe'yi almasına izin veremem—zihinsel olarak yani. Sen bir yetişkinsin. Kendi seçimlerini yapabilirsin ve kendi yolunda sabit olsan da, bunu ele alışın bakımından ondan farklısın. Sen sensin ama o daha çok..."

Bitirmedi ama zaten biliyordum. O daha çok babası gibi.

"Eğer velayeti alıp onu eve getirebilirsem, onu normal bir okula göndereceğim ve belki onun için biraz normal bir genç kız hayatı kurtarabilirim. Çok geç değilse. Muhtemelen bunun için—onu senin işlerinden çektiğim için benden nefret ediyorsun."

"Hayır," dedim hızlıca. "Bence... bence bu harika bir fikir." Çok geç değilse.

Biraz tıkandığını duyabiliyordum ve gözyaşlarıyla mı savaşıyordu merak ettim. "Mahkemeye gitmeliyiz. Kimse Simyacıları gündeme getirmeyecek, ben bile. Ama bir sürü uygunluk tartışması ve karakter analizi olacak. Zoe ifade verecek... sen ve Carly de."

Ve işte bunun neden bu kadar zor olacağını söylemesinin sebebini o zaman anladım. "Birinizi seçmemizi isteyeceksiniz."

"Doğruyu söylemeni isteyeceğim," dedi kararlı bir şekilde. "Baban ne isteyecek bilmiyorum."

Ben biliyordum. Anneme çamur atmamı, uygun olmadığını söylememi, sadece bir yandan da araba tamir eden bir ev kadını olduğunu ve onun gibi Zoe'ye her türden eğitimi ve kültür deneyimlerini sağlayan ciddi bir akademisyenle karşılaştırılamayacağını söylememi isterdi. Bunu Simyacıların iyiliği için yapmamı isterdi. Bunu yapmamı isterdi çünkü her zaman kontrol ondaydı.

“Neyin doğru olduğunu düşünürsen düşün hoşuma gider ve desteklerim.” Annemin sesindeki cesaret kalbimi acıttı. Uğraşabileceğinden daha çok aile sorunu olacaktı. Simyacıların bağlantıları uçsuz bucaksızdı. Yasal sisteme kadar ulaşır mıydı? Büyük ihtimalle. “Sadece hazır olmanı istedim. Eminim baban seninle de konuşmak isteyecektir.”

“Evet,” dedim katı bir şekilde. “Eminim isteyecektir. Peki ya şimdi? İyi misin?” Zoe’den uzaklaşmanın annemin yaşamında ne kadar değişikliğe yol açtığını kabul etmem lazımdı. Belki de evlilikleri acı verici bir hale gelmişti, ama neredeyse yirmi beş yıldır evliydiler. Böyle bir şeyi bırakmak sonuçları ne olursa olsun büyük bir karardı.

Gülümsediğini hissedebiliyordum. “Ben iyiyim. Bir arkadaşımda kalıyorum. Ve Çiçero’yu da yanıma aldım.”

Kedimizi gizlice yanına almış olduğunu düşünmek beni konuşmanın ciddiyetine rağmen güldürdü. “En azından sana eşlik edecek biri varmış.”

O da güldü, ama gülüşünün kırılgan bir tarafı vardı. “Ve arkadaşımın arabasında yapılacak bir şey var, yani hepimiz mutluyuz.”

“Eh, ben de memnunum, eğer bir şeye ihtiyacın olursa, herhangi bir şeye, para ya da—“

“Benim için endişelenme. Sen sadece kendine iyi bak—ve Zoe’ye. Şimdilik en önemli şey bu.” Duraksadı. “Onunla bu aralar pek konuşamadım... o iyi mi?”

Öyle miydi? Sanırım bu ‘iyi’yi nasıl tanımladığınıza göre değişirdi. Zoe, bu kadar genç bir yaşta Simyacı olduğu için heyecanlıydı ama arkadaşlarıma karşı örgütümüzdeki diğer herkes gibi küstah ve soğuktu. Ve aşk hayatımın üzerinde daimi ve büyük bir gölgeydi.

“Harika,” diye temin ettim annemi.

“İyi,” dedi, rahatlığı neredeyse elle tutulabilirdi. “Onunla olduğundan dolayı memnunum. Bunu nasıl karşılayacağını bilmiyorum.”

“Eminim nedenini anlayacaktır.” Tabi ki bu bir yalandı, ama anneme gerçeği asla söyleyemezdim: Zoe onunla kavga edecekti ve her adımda tepinip bağıracaktı.

Çeviri: Özlem Özsoy & İlayda Sarıbaylar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder