25 Ağustos 2013 Pazar

The Fiery Heart 1. Bölüm (Adrian Bakış Açısı)



Yalan söylemeyeceğim. İçeri girip kız arkadaşınızı bebek isimleri kitabı okurken görmek kalbinizin durmasına sebep olabilir.

“Ben uzman değilim,” diye başladım, sözlerimi dikkatlice seçerek. “Şey—aslında, uzmanım. Ve onu okumana gerek olmadan önce kesinlikle yapmamız gereken başka şeyler olduğundan oldukça eminim.”

Sydney Sage’in, söz konusu kız arkadaşım ve hayatımın ışığının, kafasını bile kaldırmasa da dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi. “Bu kabul töreni için,” dedi sakin bir şekilde, sanki tırnaklarını yaptırmaktan ya da bir cadı kulübüne katılmak yerine manava gidiyormuş gibi bahsederek. “Toplantılarında kullandıklarındaki gibi ‘büyülü’ bir ismim olması gerekiyor.”

“Doğru. Büyülü isim, kabul töreni. Tıpkı hayattaki başka bir gün gibi, ha?” Tabi bir vampir olduğumdan ve fantastik ama aynı zamanda karmaşık iyileştirme ve ikna etme yeteneğim olduğundan bu konuda konuşmak bana düşmezdi.

Bu sefer, bakışını kaldırdı ve tam bir gülümseme kazandım. Öğleden sonraydı, güneş ışığı yatak odamın penceresinden içeri süzülüyor ve gözlerindeki kehribarımsı parıltıları ortaya çıkarıyordu. Taşıdığım istiflenmiş üç kutuyu fark edince şaşkınlıkla açıldılar. “Onlar da ne?”

“Müzikte devrim,” diye yanıtladım, saygıyla kutuları yere koyarken. Üsttekini açtım ve pikapı gözler önüne serdim. “Kampüste birinin bunları sattığını söyleyen bir tabela gördüm.” Plaklarla dolu kutuyu açtım ve Fleedwood Mac.’in Rumours’ını çıkardım. “Artık müziği en saf haliyle dinleyebilirim.”

Benim 1967 model Mustang’imin—ki adını Ivashkinator koymuştu—bir tür kutsal mabet olduğunu düşünen birine göre şaşırtıcı olarak etkilenmiş görünmedi. “Dijital müziğin de bunun kadar saf olduğundan oldukça eminim. Bu bir para israfı, Adrian. Tüm bu kutulardaki şarkıları telefonuma sığdırabilirim.”

“Peki arabamdaki geri kalan altı kutudaki şarkıları da telefonuna sığdırabilir misin?”

Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve sonra ihtiyatlı bir şekilde konuştu. “Adrian, tüm bunlara kaç para verdin?”

Soruyu elimi sallayarak geçiştirdim. “Hey, hala arabanın ödemesini yapabiliyorum. Zar zor.” Çoktan ödendiğinden en azından kira ödemek zorunda değildim, ama ödenecek bir sürü fatura vardı. “Ayrıca, birileri bana sigarayı bıraktırdığı ve içkiyi de tek bir seferliğine azalttırdığı için artık bu tür şeylere ayırabileceğim daha büyük bir bütçem var.”

“Daha çok tek seferliğine,” dedi cilveli bir şekilde. “Ben senin sağlığına dikkat ediyorum.”

Yatakta yanına oturdum. “Tıpkı benim de sana ve kafein bağımlılığına dikkat ettiğim gibi.” Bu kendi rehabilitasyon grubumuzu oluştururken yaptığımız bir anlaşmaydı. Ben sigarayı bırakmıştım ve içkiyi günde tek sefere indirmiştim. O da kalori sayımına dayalı takıntılı diyetini bırakmıştı ve günde sadece bir bardak kahve içebiliyordu. Şaşırtıcıdır ki, bunda benim içkiyle yaşadığımdan daha büyük zorluk yaşamıştı. İlk günlerde, onu kafein rehabilitasyonuna götürmem gerektiğini düşünmüştüm.

“O bağımlılık değildi,” diye söylendi, hala gücenik bir şekilde. “Daha çok bir ... hayat tarzı.”

Güldüm ve yüzünü bir öpücük için kendiminkine çektim, ve böylece tüm dünya silindi. İsim kitapları, plaklar, alışkanlıklar yoktu. Sadece o ve aynı zamanda hem yumuşak hem de ateşli olan dudakları vardı. Dünyanın geri kalanı sert ve soğuk olduğunu düşünüyordu. İçinde kilitli tuttuğu o tutku ve açlık hakkındaki gerçekleri bir tek ben biliyordum—şey, ben ve Jill biliyorduk. Jill paylaştığımız psişik bağ sayesinde kafamın içindekileri görebilen kızdı.

Sydney’i yatağa yatırırken her zamanki gibi belli belirsiz bir şekilde yaptığımızın ne büyük bir tabu olduğunu düşündüm.

İnsanlar ve Moroi’lar benim ırkım Karanlık Çağ’lardan itibaren dünyadan saklandığında birbirine karışmayı bırakmıştı. Bunu güvenlik için yapıyorduk, insanların varlığımızı bilmemesinin daha iyi olduğuna karar vermiştik. Şimdi, benim halkım ve onunkiler (Moroiları bilenler) bu tür ilişkilerin karanlık ve çarpık olduğunu düşünüyorlardı. Ama umrumda değildi. Sakin ve sabit varlığı içimde köpüren fırtınaları yatıştırdığında bile, o ve ona dokunmamın beni nasıl coşturduğu dışında hiçbir şeyi umursamıyordum.

Bunu sergiliyor da değildik tabi. Aslında, aşkımız güvenli bir şekilde gizli gizli buluşup her şeyin dikkatlice planlanıp hesaplanmasıyla sıkıca sır olarak saklanıyordu. Şimdi bile, zaman geçiyordu. Bu bizim hafta içi düzenimizdi. Okulda son dersinde, Sydney’nin erken çıkmasına ve hemen buraya koşmasına izin veren hoşgörülü bir öğretmen tarafından verilen bir ders, bağımsız bir çalışma yürütüyordu. Bu değerli saati öpüşüp koklaşarak ya da konuşarak—genellikle öpüşüp koklaşarak, ve bu bizi sıkıştıran o baskı yüzünden daha da hummalı oluyordu—geçiriyorduk ve o da sonra tıpkı yapışık, vampirlerden nefret eden kardeşi Zoe gibi sınıftan çıkmak için özel okuluna geri dönüyordu.

Her nasılsa, Sydney’e zamanın dolduğunu söyleyen içsel bir saati vardı. Sanırım bu sadece ona has, tek seferde yüzlerce şeyi takip edebilme yeteneğinin bir parçasıydı. Benim değil. Böyle anlarda, düşüncelerim genellikle onun tişörtünü çıkarmaya ve bu sefer sütyeni çıkarmaya geçip geçmemeye yoğunlaşmış oluyordu. Şimdiye kadar çıkaramamıştım. 

Altın rengi saçları karışmış ve yanakları kızarmış bir şekilde doğruldu. O kadar güzeldi ki canımı acıtıyordu. Her zaman umutsuzca onu bu anlarda çizip gözlerindeki o bakışı ölümsüzleştirmeyi dilemişimdir. Gözlerinde başka zamanlarda nadiren gördüğüm  bir yumuşaklık vardı ve bu normalde son derece tetikte ve çözümleyici olan biri için tamamen savunmasız bir andı. İyi bir ressam olmama rağmen onu tuvale yansıtmak yeteneğimi aşıyordu.

Kahverengi bluzunu düzeltti ve turkuaz rengi dantelin parlaklığını zırh olarak kullanmayı sevdiği muhafazakar bir kıyafetle örterek düğmelerini ilikledi. Geçen ayda sütyenlerini elden geçirmişti, ve sütyenlerini görememek beni üzse de orada hayatında gizli renkli noktalar olduğunu bilmek beni mutlu ediyordu.

Şifoniyerimdeki aynaya doğru yürürken, aurasına—tüm canlı şeylerin etrafını kaplayan enerji—bir bakış atmak için içimdeki ruhu çağırdım. Büyü içimde bir mutluluk dalgalanması yaşattı ve etrafındaki parıldayan ışığı gördüm. Her zamanki gibiydi, bilge bir sarı, tutku ve ruhsallık anlamına gelen zengin bir morla dengelenmişti. Göz kırpana kadar tıpkı ruhun getirdiği canlılık gibi aurası da sönüp gitti. 

Saçlarını düzeltmeyi bitirdi ve aşağı baktı. “Bunlar ne?”

“Hımm?” Arkasına geçerek kollarımı beline doladım. Sonra, eline aldığı şeyi görünce kaskatı kesildim: parıltılı, yakut ve elmaslarla süslü kol düğmeleri. Ve böylece az önce hissettiğim tüm o sıcaklık ve neşe soğuk ama tanıdık karanlığa dönüştü. “Birkaç yıl önce Tatiana halam bunları doğum günü hediyesi olarak vermişti.”

Sydney tekini eline aldı ve uzman gözlerle inceledi. Sırıttı. “Burada yatan bir servet var. Bu platin. Bunları satarsan hayatın boyunca harçlığın olur. Ve istediğin tüm plaklar.”

“Bunları satacağıma kartondan bir kutuda uyurum daha iyi.”

Bendeki değişikliği fark etti ve döndü, yüzü endişeyle doluydu. “Hey, sadece şaka yapıyordum.” Eli nazikçe yüzüme dokundu. “Bir şey yok. Her şey yolunda.”

Ama her şey yolunda değildi. Dünya birden Moroi kraliçesi olan ve beni yargılamayan tek akrabam olan halamın kaybıyla zalim ve umutsuz bir yer olmuştu.  Boğazımda bir yumru hissettim, nasıl kazıklanarak öldürüldüğünü ve katilini bulmaya çalışırken kanlı fotoğraflarını nasıl gösterdiklerini hatırladığımda duvarlar üzerime üzerime gelmeye başladı. Katilinin hapsedilmiş ve idamının kararlaştırılmış olması önemli değildi. Bu Tatiana halayı geri getirmeyecekti. Onu takip edemeyeceğim yerlere—en azından şimdilik takip edemeyeceğim—gitmişti ve ben de burada yalnız başıma, değersiz kalmış ve bata çıka yürümek zorunda kalmıştım...

“Adrian.”

Sydney’nin sesi sakin ama kararlıydı, ve yavaşça, kendimi hızlıca ve ağır bir şekilde umutsuzluktan çekip aldım, karanlık yıllarca sürekli her ruh kullandığımda çoğalıyordu. Bu, böyle bir gücün bedeliydi, ve bu ani gelgitler bu aralar daha sık yaşanır olmuştu. Gözlerimi onunkilere odakladım, ve ışık dünyama geri geldi. Hala halam için acı çekiyordum ama Sydney buradaydı, benim umudum ve dayanak noktamdı. Yalnız değildim. Kimse beni anlamıyor değildi. Yutkunarak, başımı salladım ve ruhun karanlık eli tutuşunu gevşetirken ona hafifçe gülümsedim. Tabi beni şimdilik bırakıyordu.

“Ben iyiyim.” Yüzündeki şüpheyi görünce, alnına bir öpücük kondurdum. “Gerçekten. Gitmen gerek, Sage. Zoe’yi meraklandıracaksın ve cadı toplantına geç kalacaksın.”

Bana birkaç uzun an daha endişeyle baktı ve biraz rahatladı. “Tamam. Ama bir şeye ihtiyacın olursa—”

“Biliyorum, biliyorum. Aşk Telefonu’ndan ararım.”

Bu gülümsemesini geri getirdi. Geçenlerde Simyacıların, Sydney’nin adına çalıştığı örgüt, takip edemeyeceği kontörlü cep telefonlar edinmiştik. Gerçek telefonunu da düzenli bir şekilde takip ettikleri de yoktu gerçi ya—ama eğer şüpheli bir şeyler döndüğünü hissedelerse kesinlikle takip ederlerdi, mesaj ve aramalardan oluşan izler bırakmak istememiştik.

“Ve bu gece uğrayacağım,” diye ekledim.

Bunun üzerine yüzü yine kasıldı. “Adrian, hayır. Bu çok riskli.”

Ruhun diğer faydalarından biri de insanları rüyalarında ziyaret etme yeteneğiydi. Gerçek dünyada çok fazla zaman geçiremediğimiz için konuşmanın kullanışlı bir yoluydu—ve bu yüzden bu günlerde gerçek dünyada konuşarak pek fazla zaman harcamamıştık—ama her ruh kullanımı benim akıl sağlığım için süregelen bir riskti. Bu onu çok endişelendiriyordu, ama onunla birlikte olabilmek için bunu küçük bir şey olarak değerlendiriyordum.

“Münakaşa yok,” diye uyardım. “İşlerin nasıl gittiiğini bilmek istiyorum. Ve sen de benim nasıl olduğumu bilmek isteyeceksin.”

“Adrian—”

“Kısa keserim,” diye söz verdim.

İstemeyerek de de olsa—hiç de mutlu görünmeyerek—kabul etti ve onu kapıya doğru geçirdim. Oturma odasından geçerken pencerenin kenarında duran küçük fanusun yanında durdu. Gülümseyerek eğildi ve cama hafifçe vurdu. İçinde ejderha vardı.

Hayır, tam olarak değil aslında. Teknik olarak callistana olarak adlandırılıyordu, ama o terimi nadiren kullanıyorduk. Genelde ona Hopper diyorduk. Sydney onu bir tür yardımcı olarak şeytani dünyadan çağırmıştı. Ama çoğunlukla bize dairemdeki abur cuburu yemekte yardımcı yardımcı oluyormuş gibi görünüyordu. Sydney ve ben ona bağlanmıştık ve sağılığını korumak istiyorduk, bu yüzden onun bakımını üstlenmek işini aramızda sırasıyla yapıyorduk. Zoe geldiğinden beri benim evim öncelikli kalma yeri olmuştu. Sydney fanusun kapağını kaldırdı ve altın renkli derisi olan küçük yaratığın eline seğirtmesine izin verdi. Hopper ona taparcasına bakıyordu ve onu bunun için suçlayamazdım.

“Bir süredir dışarıda,” dedi. “Bir ara vermeye hazır mısın?” Hopper canlı olarak ya da küçük bir heykel olarak var olabiliyordu, ki bu da insanlar geldiğinde hoş olmayan sorulardan kaçınabilmemize yardımcı oluyordu. Gerçi sadece Sydney onu değiştirebiliyordu.

“Evet. Sürekli tablolarımı yemeye çalışıyor. Ve sana veda öpücüğü verirken beni izlemesini istemiyorum.”

Çenesini hafifçe gıdıkladı ve onu bir haykele döndüren sözleri söyledi. Hayat bu şekildeyken daha kolaydı, ama sağlığını korumak canlandırılmasını gerektiriyordu. Ve şey, bu küçük şeyi gittikçe daha da çok sevmeye başlamıştım.

“Onu bir süreliğine ben alıyorum,” dedi, onu çantasının içine atarken. Hareketsiz olsa da hala onun yanında olmanın yararını görüyordu.

Boncuk gibi bakışlarından kurtulduğumuzdan Sydney’i uzun uzun öptüm ve istemeyerek de olsa bitiren ben oldum. Yüzünü elleriminin arasına aldım.

“Kaçma planı no on yedi,” dedim ona. “Kaç ve Fresno’da bir meyve suyu tezgahı aç.”

“Neden Fresno’da?”

“Oradaki insanlar çok fazla meyve suyu içiyormuş gibi duruyor.”

Sırıttı ve beni tekrar öptü. Bu şakasını yaptığımız “kaçış planları” gerçekçi değildi ve belli bir sırası yoktu. Genelde yerlerini ben saptıyordum. Üzücü olan şu ki, bunlar gerçek planlarımızdan daha fazla üzerinde düşünülmüş planlardı. İkimiz de gerçek ve geleceği belli olmayan bir dünyada yaşadığımızın acı verici bir şekilde farkındaydık.

İkinci öpücüğü kesmek de zordu ama sonunda başardı ve gidişini izledim. Dairem yokluğunda daha donuk görünüyordu.

Arabamdaki geri kalan kutuları çıkardım ve içindeki hazineleri ayırmaya başladım. Çoğu albüm altmışmlar ve yetmişlerdendi, ama orada burada biraz seksenler de vardı. Düzenli değillerdi, ama düzenleme girişiminde de bulunmadım. Sydney şu savurganlık yaptığımla ilgili tutumunu aşınca elinde olmadan onları sanatçılarına ve renklerine göre düzenleyecekti zaten. Şimdilik pikapı oturma odama kurdum ve rastgele bir tane albümü çıkardım: Deep Purple’dan Machine Head’.

Akşam yemeğine kadar birkaç saatim vardı, bu yüzden şövalenin önünde çöktüm ve siyah tuvale bakarak ileri yağlı boya dersi ödeviyle nasıl başa çıkacağımı düşünmeye başladım: otoportre. Tıpkısı olması gerekmiyordu. Soyut olmak zorundaydı. Beni temsil ettiği sürece her şey olabilirdi. Ve hiçbir fikrim yoktu. Tanıdığım herkesi çizebilirdim. Belki Sydney’nin kollarımdaki görünüşünü tam olarak yakalayamazdım ama aurasını veya gözlerinin rengini çizebilirdim. Moroiların genç prensesi olan arkadaşım Jill Mastrano Dragomir’in dalgın ve kırılgan yüzünü çizebilirdim. Kalbimi parçalamış olmasına rağmen hala ona hayran olmama neden olan eski kız arkadaşımı alevli güller ile çizebilirdim.

Ama kendimi? Kendim için ne yapacağımı bilmiyordum. Belki bu sanatsal bir tıkanmaydı. Belki de sadece kendimi tanımıyordum. Tuvale baktıkça hayal kırıklığım artıyordu, ihmal ettiğim içki dolabıma gidip bir içki doldurma dürtümle savaşmam gerekiyordu. Alkol sanat için en iyi şey değildi ama genellikle bir şeylere ilham oluyordu. Votkanın tadını neredeyse alabiliyordum. Portakal suyuyla karıştırıp sağlıklıymış gibi davranabilirdim. Parmaklarım seğirdi ve ayaklarım beni neredeyse mutfağa götürüyordu—ama direndim. Sydney’nin gözlerindeki samimiyet zihnimde yanıp söndü ve tekrar tuvale yoğunlaştım. Bunu ayık bir şekilde de yapabilirdim. Ona günde sadece bir bardak içki içeceğime söz vermiştim ve buna sadık kalacaktım. Bu süre zarfında tek içki içebileceğim zaman yatmadan önceydi. İyi uyuyamıyordum. Tüm hayatım boyunca iyi uyuyamamıştım, bu yüzden yardımcı olabilecek  ne varsa kullanmak zorundaydım.

Ayık kalma niyetim ilham gelmesiyle sonuçlanmadı, saat beşe geldiğinde tuval hala boştu. Ayağa kalktım ve önceki karanlığın döndüğünü hissederek vücudumdaki eklemleri uzattım. Bir şey yapamamış olmanın verdiği o hayal kırıklığı üzgünlükten çok kızgınlıktı. Resim öğretmenlerim yetenekli olduğumu söylüyorlardı, ama böyle anlarda, kendimi hayat boyu başarısızlığın kaderimde olduğunu söyleyen diğerlerinin dediği gibi miskin hissediyordum. Özellikle de her şeyi bilen ve istediği her alanda kariyer yapabilecek Sydney’i düşündüğümde daha da depresif oluyordum. Vampir-insan problemini bir kenara bıraksanız bile ona ne verebileceğimi merak ediyordum. İlgilendiği şeylerin yarısını bırakın onunla tartışmayı telaffuz telaffuz bile edemiyordum. Eğer birlikte normal bir hayat yaşayacaksak faturaları ödeyen o, evde kalıp temizliği yapan ben olurdum. Ve bunda da çok iyi değildim. Eğer eve sadece saçları güzel olan hoş görünümlü bir çocuk için gelirse bunu oldukça iyi yapabilirdim. 

Bu korkuların beni yiyip bitirdiğini ve ruh yüzünden bu kadar şiddetlendiğini biliyordum. Hiçbiri gerçek değildi, ama onlardan kurtulması zordu. Resimi bırakıp gecenin gelişiyle bir dikkat dağıtıcı bir şey bulacağımı umarak dışarı çıktım. Güneş batıyordu ve Palm Springs kışında insan en fazla ince bir cekete ihtiyaç duyuyordu. Bu Moroilar için akşamın en favori zamanıydı, hala aydınlıktı ama rahatsız edici değildi. Biraz güneş ışığıyla başa çıkabiliyorduk, Strigoi—kan için öldüren hortlaklar—gibi değildik. Güneş ışığı bizim için bir ikramiyeyken onları yok ediyordu. Onlarla savaşmak için alabileceğimiz tüm yardıma ihtiyacımız vardı.

Arabayı Vista Azul'a sürdüm. Burası şehir merkezine on dakika uzaklıkta olan, Sydney ve geri kalan karmaşık ekibimizin gittiği özel okul Amberwood'a ev sahipliği yapan bir banliyöydü. Syndey normalde grubun şoförü tayin edilmişti ama bu belirsiz onur bu akşam o cadılar kulübüyle gizli görüşmesine koşuştururken benim üzerime kalmıştı. Ben yanaşırken grubun tamamı kızlar yatakhanesinin dışındaki kaldırımda bekliyordu. Yolcu koltuğuna eğilerek kapıyı açtım. "Herkes gemiye," dedim.

İçeri doluştular. Şimdi beş kişilerdi, bir de ben vardım ve Sydney de olsaydı şanslı yediyi oluşturacaktık. Palm Springs'e ilk geldiğimizde sadece dört kişiydik. Jill, hepimizin burada olmasının asıl nedeni, yanıma oturdu ve bana gülümsedi. 

Eğer Sydney hayatımdaki ana yatıştırıcı kuvvetse, Jill de ikincisiydi. Sadece on beş yaşındaydı, benden yedi yaş küçüktü, ama şimdiden ondan yayılan bir zarafet ve bilgelik vardı. Sydney hayatımın aşkı olabilirdi ama Jill beni kimsenin anlayamayacağı şekilde anlıyordu. O psişik bağ ile öyle olmaması biraz zordu. Geçen yıl hayatını kurtarmak için ruhu kullandığımda oluşmuştu--ve "kurtarmak" derken ciddiyim. Jill teknik olarak ölmüştü, sadece bir dakikadan az bir süreliğine, ama yine de ölmüştü. Ruhun gücünü mucizevi bir iyileştirme ustalığı sergilemek ve bir sonraki dünya ona sahip çıkmadan onu geri getirmek için kullandım. Bu mucize bizi onun düşüncelerimi hissetmesini ve görmesini sağlayan bir bağlantı ile bağladı--ama tam tersi olmuyordu.

Bu şekilde geri getirilen kişilere "gölgenin öptüğü" deniyordu ve  sadece bu bile bir çocuğun hayatını altüst etmeye yeterdi. Jill’in bir de Moroi kraliyetinde ölen soydan kalan iki kişiden biri olma talihsizliği vardı. Bu onun için yeni bir gelişmeydi ve ablası Lissa’nın—Moroi kraliçesi ve iyi bir arkadaşım—tahtını koruyabilmek için Jill’e sağ olarak ihtiyacı vardı. Lissa’nın özgürlükçü yasasına karşı çıkanlar sonuç olarak hükümdarın ondan başka bir aile üyesi olmasını gerektiren eski bir yasayı harekete geçirmek için Jill’in ölmesini istiyorlardı. Böylece, birisi parlaklığı sorgulanır bir fikirle gelip Jill’i çölün ortasında bir insan şehrinde saklanmaya gönderdi. Çünkü cidden, hangi vampir burada yaşamak isterdi ki? Bu kendime pek çok kez sorduğum bir soruydu.

Jill’in üç gardiyanı arka koltuğa geçti. Hepsi dampirdi, ırklarımızın özgür aşkta paylaşıldığı zamanlardan doğan vampir ve insan karışımı bir ırktı. Bizlerden daha güçlü ve hızlı olarak Strigoi ve kraliyet suikastçılarına karşı bir savaşta ideal savaşçıları oluşturuyorlardı. Eddie Castile grubun fiilen lideriydi, en başta Jill’in yanında olmuş güvenilir bir kayaydı. Angeline Dawes, kızıl saçlı asabi kız, biraz daha az güvenilirdi. Ve “az güvenilir” derken “hiç güvenilmez” demek istiyorum. Dövüşte kavgacı bir tipti ama. Gruba en yeni eklenen kişi Neil Raymond, diğer adıyla Uzun, Terbiyeli ve Sıkıcı’ydı. Anlamadığım nedenlerden dolayı, Jill ve Angeline onun gülümsemeyen tavrının asil bir kişiliği simgelediğini düşünüyordu. Okula İngiltere’de gitmiş olması ve belli belirsiz bir İngiliz aksanı kapmış olması özellikle östrojenlerini yükseltiyor gibiydi.

Ekibin son üyesi binmeyi reddederek arabanın dışında dikiliyordu. Sydney’nin kardeşi Zoe Sage.

Öne eğildi ve neredeyse Sydney’ninki gibi kahverengi ama daha az altın olan gözleri gözlerimle buluştu. “Yer yok,” dedi. “Arabanda yeterince koltuk yok.”

“Bu doğru değil,” dedim ona. Bir işaretle Jill bana yanaştı. “Bu koltuk üç kişi için. Son sahibi fazladan bir emniyet kemeri bile uydurmuş. Bu modern zamanlar için daha güvenli olsa da, Sydney Mustang’in orijinal halinden değiştirilmesi üzerine neredeyse kalp krizi geçiriyordu. “Hem, hepimiz aileyiz, değil mi?” Birbirimizle daha kolay iletişime geçebilmek için Amberwood’dakileri hepimizin kardeş ya da kuzen olduğumuza inandırmıştık. Nedense Neil geldiğinde,Simyacılar sonunda işler biraz saçma olmaya başladığı için onu da bir akraba yapmaktan vazgeçmişlerdi.

Zoe boş yere birkaç saniye baktı. Koltuk gerçekten uzun olsada Jill ile içli dışlı olacaktı. Zoe bir aydır Amberwood’daydı ama insanlarının vampir ve dampirlerin yanındayken sahip olduğu tüm takıntı ve önyargılara tam anlamıyla sahipti. Bunları iyi biliyordum çünkü eskiden Sydney’de de hepsi vardı. Bu ironikti çünkü Simyacıların görevi vampirlerin ve doğaüstü şeylerin dünyasını onlar gibi insanların dünyasından gizli tutmaktı, korkanlar bununla başa çıkamazdı. Simyacılar ırkımın üyelerinin doğanın çarpık bölümleri olduğu ve ne kadar görmezlikten gelinip insanlardan ayrı tutulursak onları kötülüğümüzle o kadar az yozlaştıracağımız inanışıyla işliyorlardı. Bize isteksizce yardım ediyorlardı ve  insan otoriteleri ve okul memurlarının sahne arkasından belirmesini gerektiren Jill’inki gibi durumlarda faydalılardı. Simyacılar bir şeylerin olmasını sağlamada uzmanlaşmışlardı. Bu Sydney’nin aslında görevlendirilme şekliydi, Simyacılar bir Moroi iç savaşı istemediği için Jill ve sürgünü için yolu pürüzsüzleştirmek. Zoe yakın zamanda bir çırak olarak gönderilmişti ve ilişkimizi saklamak için büyük bir işkence olmuştu.

“Korkuyorsan gitmek zorunda değilsin,” dedim. Ona söyleyeceğim muhtemelen bundan daha fazla motive edici bir şey yoktu. Bir süper Simyacı olmak için yönlendirilmişti, çoğunlukla birçok hikayeden sonra büyük bir pislik olduğuna karar verdiğim Sage babasını etkilemek için.
Zoe derin bir nefes aldı ve kendini güçlendirdi. Başka söz söylemeden Jill’in yanına geçti ve kapıya doğru mümkün olduğunca yaklaşarak çarptı. “Sydney SUV’u bırakmalıydı,” diye mırıldandı bir süre sonra.

“Sage nerede bu arada? Eeh, Büyük Sage,” diye düzelttim okulun araba yolundan çıkarken. “Size şoförlük yapmayı sevmediğimden değil. Bana küçük siyah bir şapka getirmeliydin,…” Jill’i dürttüm, o da beni dürttü. “Öyle bir şeyi dikiş kulübünde bir çırpıda hazırlayabilirdin.”

“Bayan Terwilliger için bir proje yapmak için izinli,” dedi Zoe onaylamayan bir şekilde. “Hep onun için bir şey yapıyor. Neden tarihin bu kadar çok zaman aldığını anlamıyorum.”

Zoe bu söylenen projenin Sydney’nin öğretmeninin cadı kulübüne önayak olmasını içerdiğini farkında bile değildi. İnsan büyüsü benim için hala tuhaf ve gizemli bir şeydi—ve Simyacılar için tamamen lanetli bir şeydi—Ama Sydney görünüşe göre doğuştan yetenekliydi. Her şeyde doğuştan yetenekli olduğu görülünce hiç de şaşırtıcı değildi. Buna olan korkularını yenmişti, bana olan korkusuyla beraber, ve şimdi maskara ama sempatik eğitmeni Jackie Terwilliger’dan tamamen işi öğrenmeye adanmıştı. Simyacıların bundan hoşlanmayacağını söylemek az gelirdi. Hatta, bu onları daha da kızdıracak bir yazı turaydı: gizli sanatları öğrenmek veya bir vampirle ilişki yaşamak. Eğer Sydney yakalanacak olursa aşırı bağnaz Simyacıların ona korkunç bir şey yapacağından endişelenmesem bu komik bile sayılırdı. Bu yüzden Zoe’nin onu gölge gibi takip etmesi son zamanlarda her şeyi bu kadar tehlikeli yapıyordu.

“Çünkü bu Sydney,” dedi Eddie arka koltuktan. Dikiz aynasından yüzünde uysal bir gülümseme görebiliyordum, yine de gözlerinde dünyadaki tehlikeleri tararken daimi bir keskinlik vardı. O ve Neil, Moroiları koruyan dampir topluluğu olan gardiyanlar tarafından eğitilmişti. “Kendini bir göreve yüzde yüz vermek onun için tembellik.”

Zoe kafasını salladı, bizim kadar eğlenmemişti. “Bu sadece aptalca bir ders. Sadece geçmesi gerekiyor.”

Hayır, diye düşündüm. Öğrenmesi gerek. Sydney bilgiyi sadece mesleği uğruna yiyip bitirmiyordu. Sevdiği için yapıyordu. Ve her şeyden daha çok sevdiği şeyse kendini üniversitenin akademik dertlerinde kaybetmekti, istediği her şeyi öğrenebileceği yerde. Bunun yerine, Simyacılar ona yeni bir görev verdiğinde atlayacağı aile işi için dünyaya gelmişti. Liseden çoktan mezun olmuştu ama bu ikinci son yılı ilki kadar ciddiye alıp öğrenebildiği kadarı şey öğrenmeye hevesliydi. 

Bir gün, tüm bunlar bittiğinde ve Jill güvende olduğunda, her şeyden kaçacağız. Nereye ya da nasıl olduğunu bilmiyordum ama Sydney bu lojistik şeyleri düşünürdü. Simyacıların tutsağından kaçardı ve Dr. Sydney Sage, Ph.D. olurdu. Ben de...şey, bir şey yapardım.

Kolumda küçük bir el hissettim ve kısa bir an Jill'in bana sempati dolu bakışını gördüm, yeşim taşı gözleri parlıyordu. Ne düşündüğümü, sıklıkla çevirdiğim fantezileri biliyordu. Ona yorgun bir şekilde gülümsedim.

Şehrin öbür tarafına, sonra da Palm Springs'in eteklerindeki Clarence Donahue'nun, ben ve arkadaşlarım geçen sonbahar gelene kadar bu çölde yaşayacak kadar aptal olan tek Moroi'un evine sürdük. Yaşlı Clarence biraz çılgın bir tipti ama bir grup ayaktakımı Moroi ve dampiri hoş karşılayacak ve onun besleyici/hizmetçisini kullanmamıza izin verecek kadar kibardı. Moroiların kan için Strigoilar gibi öldürmelerine gerek yoktu ama haftada en az birkaç kez kana ihtiyacımız vardı. Neyseki, dünyada vampir ısırığından gelen bir hayat boyu endorfin karşılığında bunu sağlamaktan mutlu olan birçok insan vardı. 

Clarence'ı oturma odasında bulduk. Büyük deri koltuğunda oturmuş, eski bir kitabı okumak için büyüteç kullanıyordu. Girişimize şaşırarak baktı. "Perşembe günü burada! Ne güzel bir sürpriz!"

"Bugün Cuma, Bay Donahue," dedi Jill kibarca, yanağını öpmek için eğildi.

Clarence ona şefkatle baktı. "Öyle mi? Daha dün burada değil miydiniz? Neyse, önemli değil. Dorothy, eminim, size uyum sağlamaktan mutlu olacaktır."

Dorothy, ihtiyarlayan hizmetçisi, çok uysal görünüyordu. Ben ve Jill Palm Springs'e geldiğimizde turnayı gözünden vurmuştu. Daha yaşlı olan Moroilar, gençler kadar kan içmiyordu ve Clarance hala nadiren endorfin sağlayabilirken Jill ve benim sık ziyaretlerimiz sürekli olarak sağlıyordu.

Jill hızla Dorothy'nin yanına gitti. "Şimdi gidebilir miyim?" Yaşlı kadın hevesle başını salladı ve ikisi daha özel konaklamalar için odadan çıktılar. Zoe'nin yüzünden bir tiksinti geçti ama bir şey söylemedi. Yüz ifadesini görmek ve herkesten uzakta oturması eski günlerdeki Sydney'ye o kadar benziyordu ki neredeyse gülümsedim.

Angeline koltukta neredeyse hoplayıp zıplıyordu. "Yemekte ne var?" Özgürce birlikte yaşadığını ve birbirleriyle evlendiğini bildiğim tek Moroi, dampir ve insanların kırsal dağ topluluğunda büyümekten gelen alışılmadık bir güney aksanı vardı. Kendi ırklarından diğer herkes onlara korkuyla karışık hayranlıkla bakıyordu. Bu açıklık ne kadar çekici olsa da, onlarla yaşamak Sydney ile olan fantezilerimde asla aklımdan geçmemişti. Kamp yapmaktan nefret ederdim. 

Kimse cevaplamadı. Angeline her birimizin yüzlerine baktı. "Ee? Neden burada yemek yok?" Dampirler kan içmezdi ve insanların yediği normal yiyecekleri yiyebilirdi. Moroilar da böyle yemeklere ihtiyaç duyardı ama aynı miktarda duymazdık. O aktif dampir metabolizmasını yüksek tutmak için çok fazla enerji gerekiyordu.

Bu düzenli toplanmalar bir çeşit aile yemeği haline gelmişti, sadece kan değil aynı zamanda normal yemek için. Normal yaşam sürüyor gibi davranmak için güzel bir yoldu. "Her zaman yemek vardır," diye dikkat çekti hiç fark etmemiş olmamız ihtimaline karşın. "Geçen gün yediğimiz Hint yemeğini sevmiştim. Masala mıdır nedir. Ama ona Yerli Amerikan yemeği denmeye başlayana kadar oraya tekrar gitmeli miyiz bilmiyorum. Pek kibarca değil."

"Genelde yemeğin icabına Sydney bakar," dedi Eddie, Angeline'in tanıdık ve çekici kenarlarda gezinme eğilimini görmezden gelerek. 

"Genelde değil," diye düzelttim. "Her zaman."

Angeline'in bakışı Zoe'ye döndü. "Neden bize bir şey aldırmadın?"

"Çünkü bu benim işim değil!" Zoe başını dikleştirdi. "Jill'in kimliğini gizli tutmak ve radarın dışında kaldığından emin olmak için buradayız. Sizi beslemek benim işim değil."

"Hangi anlamda?" diye sordum. Bu sözün kabaca olduğunu çok iyi biliyordum ama engel olamamıştım. Çift anlamı anlaması biraz zaman aldı. Önce rengi soldu; sonra kızgın bir kırmızıya döndü.

"İkisi de değil! Ben sizin kapıcınız değilim. Sydney de değil. Neden hep sizin için bu tür işleri hallediyor bilmiyorum. Sadece hayatta kalmanız için gerekli işlerle uğraşıyor olması gerek. Pizza sipariş etmek onlardan biri değil."

Esnermiş gibi yaptım ve koltukta geri yaslandım. "Belki de eğer yeterince beslenirsek siz ikiniz o kadar da iştah açıcı görünmezsiniz diye düşünüyordur."

Zoe yanıtlamak için fazla dehşete uğramıştı ve Eddie bana bitirici bir bakış attı. "Yeter. Pizza sipariş etmek o kadar zor değil. Ben yaparım."

O aramayı bitirdiğinde Jill de geri dönmüştü, yüzünde eğlenmiş bir gülümseme vardı. Anlaşılan konuşmaya tanıklık etmişti. Bağ her zaman açık değildi ama bugün güçlü gibiydi. Yemek ikilemi de halledildikten sonra, doğrusu şaşırtıcı bir arkadaşlık içine girdik—şey, sadece izleyip bekleyen Zoe hariç hepimiz. Angeline ve Eddie arasındaki şeyler beklenmedik biçimde samimiydi, yakın zamanda felaket bir sevgililik krizine rağmen. Angeline bunu atlatmıştı ve şimdi Neil'e takmış gibi davranıyordu. Eğer Eddie hala incinmişse de göstermiyordu ama bu onun için tipikti. Sydney gizliden Jill'e aşık olduğunu söylemişti, bu da saklamakta iyi olduğu başka bir şeydi.

Bunu onaylayabilirdim ama Jill de Angeline gibi Neil'e aşıkmış gibi davranıyordu. Bu iki kız için de roldü ama kimse—Sydney bile—bana inanmıyordu.

"Sipariş ettiğimiz şey sana uygun mu?" diye sordu Angeline Neil'a. "Hiç isteğini söylemedin."

Neil başını salladı, yüzü soğukkanlıydı. Koyu renk saçını acı verici kısalıkta ve yeterli bir kesimde tutuyordu. Simyacıların seveceği türden aptalca olmayan bir şeydi. "Pepperoni ve mantar gibi küçük şeyler için laf çevirmeye vakit harcayamam. Devonshire'daki okuluma gitmiş olsaydınız anlardınız. İkinci yıl sınıflarımdan biri için bizi kendimizi korumak ve hayatta kalma becerileri öğrenmek için kırlarda yalnız bıraktılar. Dal ve süpürgeotu yiyerek üç gün geçirin, siz de önünüze gelen yemek hakkında tartışmamayı öğrenirsiniz."

Angeline ve Jill bu sanki duydukları en zorlu ve erkekçe şeymiş gibi cıvıldadılar. Eddie benim hissettiğim şeyi yansıtan bir ifade takınmıştı, bu adam göründüğü kadar ciddi miydi yoksa sadece bayıltıcı replikleri olan bir dahi miydi diye düşünüyordu.

Zoe'nin telefonu çaldı. Ekrana baktı ve panikle ayağa kalktı. "Babam." Geriye bakmadan, telefonu cevapladı ve odadan dışarı koşturdu.

Önsezileri olan biri değildim ama omurgamdan aşağıya bir ürperti indi. Baba Sage iş saatlerinde, Zoe'nin Simyacı işini yaptığını bildiğinde merhaba demek için arayacak sıcak ve arkadaş canlısı tip değildi. Eğer Zoe ile ilgili bir şey varsa, Sydney ile ilgili bir şey de vardı. Ve bu beni endişelendirirdi.

Zoe'nin dönüşüne dakikaları sayarken sohbetin geri kalanına pek dikkat etmedim. Sonunda geri döndüğünde kül gibi yüzü haklı olduğumu söylüyordu. Kötü bir şey olmuştu.

"Ne oldu?" diye sordum. "Sydney iyi mi?" Sydney için herhangi özel bir endişe göstermemem gerektiğini çok geç fark ettim. Arkadaşlarımız bile ikimizi bilmiyordu. Neyse ki tüm dikkatler Zoe'nin üzerindeydi. 

Yavaşça başını salladı, gözleri ardına kadar açık ve inkarcıydı. "Bil...bilmiyorum. Bu annem ve babamla ilgili. Boşanıyorlar."

Çeviri: Özlem Özsoy & İlayda Sarıbaylar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder