7 Mayıs 2014 Çarşamba

Silver Shadows 1. Bölüm (Sydney Bakış Açısı)




Gözlerimi karanlığa açtım.

Bu yeni bir şey değildi, kaç gündür karanlıkta uyanıyordum... şey, kaç gün olduğunu bilmiyordum. Haftalar ve hatta aylar bile geçmiş olabilirdi. İçinde yatak olarak kullanabilecek sert taş zeminden başka bir şey olmayan, bu küçük ve soğuk hücrede zaman mevhumunu yitirmiştim. Beni esir alan kişiler, kendi takdir yetkilerine göre beni ilaçlar yardımıyla uykuda ya da uyanık tutuyorlardı ki bu da benim için günleri saymayı imkansız hale getiriyordu. Bir süreliğine, ilaçları yemeğime ya da suyuma kattıklarından emindim, ben de bu yüzden açlık grevi yapmaya başlamıştım. Açlık grevimin başarılı olduğu tek konu zorla beslenme oldu ki bu hayatım boyunca bir daha asla deneyimlemek istemediğim bir şeydi. İlaçlardan kaçış yoktu. En sonunda havalandırma sisteminden içeri pompaladıklarını fark ettim. Ve yemekte olanın tam tersine, nefes almama grevine gidemezdim.

Bir ara, ilkel toplumlardaki kadınların kendilerininkini ay ile eşzamanlı olarak ayarladığı gibi, zamanı adet döngümle hesaplamak gibi hayalperest bir fikrim vardı. Esirleri olduğum temizlik ve rasyonellik yanlısı kişiler, zamanı geldiğinde kadınsal hijyeni sağlayacak malzemeleri bile temin etmişlerdi. Ama plan suya düştü, tabi. Kaçırılınca doğum kontrol haplarını kullanmayı birdenbire bırakmam bir de tuhaf uyku düzenimle birleşince, hormonlarım vücudumun düzensiz bir döngü içine girmesine neden olmuştu. Emin olduğum tek şey hamile olmadığımdı. Bu büyük bir rahatlama sebebiydi. Ortada bir de endişelenmem gereken Adrian’ın çocuğu olsaydı, Simyacılar üzerimde limitsiz bir güce sahip olacaklardı. Ama şu an bu vücutta tek başımaydım ve bana ne yaparlarsa yapsınlar kaldırabilirdim. Açlık, soğuk... Önemli değildi. Beni yenmelerine izin vermeyecektim.

“Günahlarını hiç düşündün mü, Sydney?”

Metalik kadın sesi, her yerden geliyormuşçasına küçük hücrede yankılandı. İnce ve sert çuvalımsı kıyafetimi dizlerimin altına çekiştirerek kendimi oturma pozisyonuna soktum. Bu bir alışkanlıktı. Yakasız elbise öyle inceydi ki sıcak tutmaya yaramıyordu. Tek yararı psikolojik bir iffet hissi yaratmasıydı. İyi niyetlerinin göstergesi olduğunu iddia ederek, esaretimin belli bir aşamasında vermişlerdi. Aslında, Simyacıların beni orada çıplak tutmakla başa çıkamamasından kaynaklanıyordu, özellikle de beni umdukları yönde motive etmediğini gördüklerinde.

“Uyuyordum,” dedim, esnememi bastırarak. “Düşünmeye zamanım olmadı.” Havadaki uyuşturucu ilaç beni daimi olarak uykulu tutuyordu ama istediklerinde, ne kadar yorgun olursam olayım, içeri pompaladıkları uyarıcı ilaç ile uyanık olduğumdan emin oluyorlardı. Sonuç olarak, asla tam olarak dinlenemiyordum. Zaten amaçları da buydu. Psikolojik savaş en çok zihin yorgun olduğunda işe yarardı. 

“Rüya gördün mü?” diye sordu ses. “Kefaretinin rüyasını gördün mü? Işığı tekrar görmenin nasıl bir şey olacağının rüyasını gördün mü?”

“Görmediğimi biliyorsunuz.” Bugün alışılmadık bir şekilde konuşkandım. Bana bu soruları her zaman soruyorlardı, ben de genelde sessiz kalıyordum. “Ama beni sürekli o yatıştırıcılarla beslemeyi keserseniz, belki gerçek bir uyku çekerim ve hakkında konuşabileceğimiz rüyalar görürüm.”

Daha da önemlisi, o uyuşturucu ilaçların etkisi olmadan gerçek bir uyku çekmek demek, Adrian’ın rüyamda bulunduğum yeri belirleyebilmesi ve bu cehennem deliğinden çıkmama yardım etmenin bir yolunu bulması demekti.

Adrian.

Sadece adı beni birçok uzun ve karanlık anların üstesinden gelmemi sağlamıştı. Onun, geçmişimizin ve geleceğimizin düşüncesi şu ana kadar gelmeme yardımcı olmuştu. Birlikte geçirdiğimiz, bir elin parmağını geçmeyecek kadar az ayları düşünerek kendimi sık sık hayallere kaptırıyordum. Gerçekten o kadar kısa mıydı? On dokuz yıllık hayatımdaki başka hiçbir şey onunla geçirdiğim zamanki gibi canlı ya da anlamlı görünmüyordu. Keyiflisinden üzücü olanlarına dek her değerli anıyı aklımda tekrar tekrar canlandırıyordum. Onlardan yorulunca geleceği hayal ediyordum. Kendimiz için hayal ettiğimiz tüm aptalca ‘kaçış planları’mızı mümkün olacak her şekilde kurguluyordum.

Adrian.

Bu hapishaneye dayanabilmemin tek nedeni oydu.

Ve ayrıca bu hapishanede olmamı tek nedeni de oydu.

“Bilicinin zaten farkında olduğu şeyi sana söylenmesi için bilinçaltına ihtiyacın yok,” dedi ses bana. “Bozulmuşsun, saf değilsin. Ruhun karanlıkla kaplı ve kendi türüne karşı suç işledin.”

Bu eskimiş söyleme iç çektim ve her ne kadar baştan kaybedilmiş bir savaş olsa da, kendimi rahat bir pozisyona geçirmek için hareket ettim. Kaslarım uzun süredir sürekli katı durumdaydı. Bu koşullarda rahat edilecek hiçbir durum yoktu.

“Babanın kalbini kırdığını bilmek,” diye devam etti ses, “seni üzmüş olmalı.”

Bu, düşünmeden konuşmama neden olacak kadar hazırlıksız yakalayan yeni bir yaklaşımdı. “Babamın bir kalbi yok.”

“Kalbi var, Sydney. Var.” Yanılmıyorsam, ses benden tepki alabildiği için biraz memnun çıkmıştı. “Düşüşünden büyük üzüntü duyuyor. Özellikle de bize kötülükle olan savaşımızda bu kadar çok umut vaat etmişken.”

Kabaca yontulmuş duvara yaslanabilmek için yana seğirttim. “Eh, artık daha çok umut vaat eden bir kızı var. Bu durumu aşacaktır.”

“Onun da kalbini kırdın. İkisi de hayal edebileceğinden çok daha fazla üzgün. Onlarla barışmak güzel olmaz mıydı?”

“Bana bu şansı mı teklif ediyorsun?” diye sordum dikkatlice.

“Sana bu şansı en baştan beri sunuyoruz, Sydney. Sadece o kelimeleri söyle, biz de memnuniyetle kefaret yoluna başlayalım.”

“Şu ankinin kefaretin bir parçası olmadığını mı söylüyorsun?”

“Bu ruhunu temizlemek için verilen bir çaba.”

“Doğru,” dedim. “Açlıktan kıvrandırmak ve aşağılamakla yardım etmeniz.”

“Aileni görmek istiyor musun istemiyor musun? Onlarla oturup konuşmak güzel olmaz mıydı?”

Cevap vermedim ve bunun yerine oynamanmaya çalışılan oyunu çözmeye çalıştım. Tutsaklığım süresince, ses bana bir sürü şey teklif etmişti—çoğunlukla sıcaklık, yumuşak bir yatak, gerçek kıyafetler gibi maddi şeyler olmuştu. Ödüller de teklif edilmişti bana, beni verdikleri lapadan zihinsel ve iştah açısından daha çok hayatta tutan Adrian’ın benim için yaptığı haç gibi. Hatta içeri kahve aroması salarak ayartmaya bile çalışmışlardı. Birileri—muhtemelen bana çok önem veren o aile— tercihlerim konusunda ipucu vermişti.

Ama bu... birilerini görme ve konuşma şansı tamamen farklı bir şeydi. Kabul ediyorum, Zoe ve babam şu an görmek istediğim kişiler listesinde en başta yer almıyorlardı ama ilgimi çeken Simyacıların bana sunduğu şeyin geniş kapsamıydı: bu hücre dışında bir hayat.

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordum.

“Ne yapman gerektiğini zaten biliyorsun,” diye cevap verdi ses. “Suçunu kabul et. Günahlarını itiraf et ve kefaretini çekmeye hazır olduğunu söyle.”

Neredeyse, itiraf edecek hiçbir şeyim yok benim, diyecektim. Onlara daha önce defalarca söylediğim şey buydu. Belki de binlerce defa. Ama bu sefer ilgimi çekmişti. Başkalarıyla görüşmek havadaki şu zehri salmayı kesecekleri anlamına geliyordu... değil mi? Ve eğer bundan kurtulabilirsem, rüya görebilirdim...

“Sadece bunları söyleyeceğim ve ailemi görmeye hak kazanacağım, öyle mi?”

Ses rahatsız edici şekilde küçümseyiciydi. “Hemen değil, tabi ki. Bunu hak etmen gerekiyor. Ama iyileşmenin sıradaki aşamasına geçebileceksin.”

“Rehabilitasyon,” dedim.

“Sesin kötü bir şeyden bahsediyormuşsun gibi çıktı,” dedi ses. “Bunu sana yardım etmek için yapıyoruz.”

“Sağ olun, almayayım,” dedim. “Buraya iyice alıştım. Bırakırsam yazık olur.”

Hem öyleydi hem de rehabilitasyon gerçek işkencenin başlayacağı yerdi. Tamam, fiziksel olarak bu kadar zorlayıcı olmayacaktı ama orada odaklandıkları şey zihin kontrolüydü. Bu sert koşullar, kendimi zayıf ve çaresiz hissedip onlar zihnimle oynarken daha müsait olmam için birer ön hazırlıktı. Böylece onlara minnettar olacaktım ve bunun için teşekkür edecektim. 

Ama yine de, buradan çıkarsam uyuyup normal rüya görebileceğim fikrini aklımdan çıkaramıyordum. Adrian’la iletişime geçebilirsem, her şey değişebilirdi. En azından, iyi olduğundan emin olurdum... tabi rehabilitasyondan kurtulabilirsem. Bana uygulayacakları psikolojik güdüm hakkında sadece fikir yürütebilirdim, gerçekte ne yaptıklarını bilmiyordum. Buna katlanabilir miydim? Zihnimi dokunulmamış olarak tutabilir miydim yoksa beni kendi ilkelerime ve sevdiklerime düşman edebilirler miydi? İşte bu, hücreyi terk etmemin getireceği riskti. Ayrıca, Simyacıların emirlerinin tabiri caizse ‘tuttuğu’ndan emin olmak için kullandığı ilaçlar ve hileleri olduğunu da biliyordum. Muhtemelen onlara karşı korumalı olsam da—hapsedilmeden önce kullanmış olduğum büyü gücüm sağ olsun— savunmasız olma korkum hala başımın etini yiyordu. İknalarına karşı korunmanın bildiğim tek yolu bir zamanlar yapmış ve bir arkadaşın üzerinde kullanıp başarılı olmuş olduğum bir iksirden geçiyordu—ama bu iksiri kendime uygulamamıştım.

Diğer düşüncelerim üzerime bir yorgunluk çökerken ertelendi. Belli ki, bu konuşma burada bitmişti. Artık bununla savaşmamayı öğrenmiştim ve yere uzanıp, rüyasız koyu bir uykunun özgürlük düşüncelerimi örterek beni sarmalamasına izin verdim. İlaçlar beni tamamen ele geçirmeden önce, beni güçlü tutması için bir dayanak olarak kullanarak, adını içimden söyledim.

Adrian...

Daha sonra belirsiz bir zamanda uyandım ve hücremde yemek buldum. Muhtemelen sağlığımı korumak için vitamin ve minerallerle zenginleştirilmiş, her zamanki sıcak tahıllı lapaydı. Aslında ‘sıcak tahıl lapası’ demek biraz aşırıya kaçıyordu. Ilık desek daha uygun olurdu. Olabildiğince iştah kapatıcı yapıyorlardı. Tatsız tuzsuz da olsa, buradan çıkabilmem için gücümü korumam gerektiğini bilerek otomatikman yedim.

Buradan çıkabilirsem tabi.

Bu hain düşünce ben daha durduramadan su yüzüne çıktı. Bu sınırlarımı zorlayan türde, beni burada sonsuza kadar tutatacaklarına, sevdiklerimi—Adrian’ı, Eddie’yi, Jill’i ve diğerlerini— bir daha hiç göremeyeceğime dair uzun süreli bir korkuydu. Bir daha asla büyü çalışamayacaktım. Bir daha asla kitap okuyamayacaktım. Son düşünce bana bugün özellikle ağır darbe vurdu çünkü Adrian hakkında hayaller kurmanın beni bu karanlık zamanlarda hayata tutunabilmeme yardımcı olduğu kadar, sıradan ve edebi değeri olamayan bir roman okuyabilmek için bile adam öldürecek hale gelmiştim. Dergi veya broşür bile olurdu. Karanlık ve o ses hariç her şey kabulümdü.

Güçlü ol, dedim kendi kendime. Kendin için güçlü ol. Adrian için güçlü ol. O da senin için aynı şeyi yapmaz mıydı?

Tabi ki, yapardı. Şu an her neredeyse, hala Palm Springs’teyse ya da taşınmışsa bile, Adrian’ın asla benden vazgeçmeyeceğini biliyordum ve ben de buna uygun davranmalıydım. Beraber olacağımız zaman için hazır olmalıydım. Kavuşacağımız zaman için hazır olmalıydım.

Centrum permanebit. Bu Latince kelimeler zihnimde dolaşıp beni güçlendirdi. Çevirisi “Merkez sağlam kalacak.” anlamına geliyordu ve Adrian’la okumuş olduğumuz bir şiirden alıntıydı. Artık merkez biziz, diye düşündüm. Ve ne olursa olsun o ve ben sağlam kalacaktık.

Yavan yiyeceğimi bitirdim ve karanlıkta yolumu bulmaya çalışarak, hücrenin köşesindeki küçük lavaboda üstünkörü bir şekilde temizliğe yeltendim. Gerçek bir banyo veya duş, imkan dahilinde değildi (bunu da daha önce yem amaçlı kullanmışlardı) ve günlük olarak (en azından ben günlük olduğunu düşünüyordum) sert bir el bezi ve pas kokulu soğuk suyla temizleniyordum. Beni bu sırada gece görüşlü kameralarla izlediklerini bilmek oldukça küçük düşürücüydü ama pis olmaktan daha onurluydu. Onlara bu tatmini yaşatmayacaktım. Beni sınadıkları şartlar ne kadar zor olsa da, insan olarak kalacaktım. 

Yeterince temizlendiğimde, duvara dayanarak kıvrıldım. Islak tenim soğuk havada ürperirken dişlerim birbirine çarparak takırdıyordu. Kendimi bir daha hiç sıcak hissedebilecek miydim?

“Babanla ve kız kardeşinle konuştuk, Sydney,” dedi ses. “Onları görmek istemediğini duyduklarında çok üzüldüler. Zoe ağladı.”

Son sefer o kadar çok konuştuğum için pişman olarak, içten içe irkildim. Artık ses, aile taktiğinin benim üzerimde bir koz olduğunu düşünüyordu. Beni buraya kapatan kişilerle kaynaşmak isteyeceğimi nasıl düşünürlerdi? Ailemden görmek istediğim kişiler—annem ve ablam— muhtemelen ziyaretçi listesinde bile yoklardı, özellikle de babam boşanma sürecinde dizginleri eline almışsa. Sonuç duymak isteyeceğim türden bir şeydi ama bunu hayatta belli etmeyecektim.

“Acı çekmelerine neden olduğun için üzülüyor musun?” diye sordu ses.

“Bence Zoe ve babam benim acı çekmeme neden oldukları için üzülmeliler.” diye tersledim.

“Senin acı çekmeni istemediler.” Ses teskin edici olmaya çalışıyordu ama çoğunlukla arkasında kim varsa onu yumruklamak istiyordum ve ben genellikle şiddet yanlısı biri değildim. “Bunları sana yardım etmek için yaptılar. Hepimizin yapmaya çalıştığı şey bu. Seninle konuşmayı ve kendilerini açıklamayı çok isterlerdi.”

“Eminim öyledir,” diye mırıldandım. “Onlarla konuştuğunuz bile malum değil.” Beni esir alanlarla bu kadar bağlantıya geçtiğim için kendimden nefret ediyordum. Bu onlarla uzun süredir ilk defa bu kadar çok konuşmuştum. Çok hoşlarına gitmiş olmalıydı.

“Zoe ziyarete geldiğinde şekersiz vanilyalı latte getirip getiremeyeceğini sordu. Biz de ona getirebileceğini söyledik. Ailen ve özellikle de ruhun iyileşebilsin diye, medeni koşullardaki bir ziyarette düzgünce oturup gerçek anlamda konuşabilmeni istiyoruz.” 

Kalbim şiddetli bir şekilde çarptı ve bunun kahve fikrinin cezbediciliği ile hiçbir alakası yoktu. Ses daha önce önerilenler hakkında bir kez daha teyit ediciydi. Gerçek bir ziyaret, oturmak, kahve içmek... bunları bu hücre dışında yapmaları gerekiyordu. Bu hayalin herhangi bir parçası bile doğruysa, Zoe ve babamı buraya asla getirmezlerdi—onları görmek benim amacım da değildi gerçi. Amacım buradan çıkmaktı. Burada sonsuza kadar kalabileceğimi ve bana ne yaparlarsa yapsınlar kaldırabileceğimi düşünüyordum. Ve yapardım da. Ama ulaştığım sonuç neydi? Tek ispatladığım şey dayanıklılığım ve karşı koyuşumdu, bunlardan ne kadar gurur duysam da beni Adrian’a yaklaştırmıyorlardı. Adrian’ ve arkadaşlarıma ulaşabilmek... Rüya görmem gerekiyordu. Rüya görebilmem için de, bu uyuşturuculu halimden kurtulmam lazımdı.

Ve sadece bu da değildi. Bu küçük karanlık hücre dışında bir yerde olabilirsem, belki büyü yapmayı da deneyebilirdim. Beni nereye götürdüklerini öğrenmeye çalışabilirdim. Buradan kurtulabilirdim.

Ama öncelikle bu hücreden çıkmam gerekiyordu. Burada kalmanın cesur bir davranış olduğunu düşünüyordum ama aniden buradan çıkmanın benim gerçek cesaret testim olup olmadığını merak ettim. 

“Bu hoşuna gider miydi, Sydney?” Yanılmıyorsam, ses artık alışmış olduğum buyurgan ve azametli tonunun yanında, heyecanlı çıkıyordu—neredeyse hevesli bile sayılabilirdi. Benden daha önce hiç bu kadar umut kıvılcımı almamışlardı. “Ruhunun temizlenmesi ve aileni görebilmek için ilk adımları atmaya başlamak ister misin?”

Ne kadar zamandır bu hücrede, bir bilinçli bir bilinçsiz bir şekilde çürüyüp gidiyordum? Gövdeme ve kollarıma dokunduğumda, önemli miktarda kilo kaybı yaşadığımı söyleyebilirdim. Böyle bir kaybın gerçekleşmesi haftalar alırdı. Haftalar, aylar... Hiçbir fikrim yoktu. Ve ben buradayken, dünya bensiz devam ediyordu—bana ihtiyacı olan insanlarla dolu bir dünya.

“Sydney?”

Hevesli görünmemek için yavaşça konuştum. “Size güvenebileceğimi nerden bileceğim? Eğer bu... yolculuğa başlarsam, ailemi görmeme izin vereceğinizi nerden bileceğim?”

“Kötülük ve kandırma bizim tarzımız değil,” dedi ses. “Biz ışıktan ve dürüstlükten hoşlanırız.”

Yalancılar, diye düşündüm. Bana yıllardır yalan söylemişlerdi. Bana aslında iyi olan insanların birer canavar olduğunu söylemişler ve hayatımı yaşama tarzımı dikta etmeye çalışmışlardı. Ama bu önemli değildi. Ailem hakkındaki sözlerini tutup tutmamaları fark etmezdi.

“Gerçek bir... yatağım olacak mı?” Sesimi biraz boğuk çıkarmayı başardım. Simyacılar bana mükemmel bir oyuncu olmayı öğretmişlerdi, şimdi emeklerinin karşılığını alacaklardı.

“Evet, Sydney. Gerçek bir yatak, gerçek kıyafetler, gerçek yemek. Ve konuşabileceğin ve dinlersen sana yardım edebilecek insanlar.”

Son kısım kararımı verdirdi. Eğer normal bir şekilde başka insanların yanında olabileceksem, beni havayla uyuşturmaya devam edemeyecekler demekti. Bu arada kendimi özellikle uyanık ve heyecanlı hissetmeye başlamıştım. Beni gergin yapması ve düşünmeden hareket etmemi sağlaması için uyarıcı ilacı içeri pompalıyorlardı. Yıpranmış ve bitkin düşmüş bir zihin için iyi bir numaraydı ve işe yarıyordu—sadece onların umduğu şekilde değildi.

Eski bir alışkanlıkla, artık orada olmayan haçıma dokunmak için elimi boynuma götürdüm.Beni değiştirmelerine izin verme, diye dua ettim sessizce. Aklımı korumama yardım et. Başıma ne gelirse gelsin, olacaklara katlanabileyim.

“Sydney?”

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordum.

“Ne yapman gerektiğini biliyorsun,” dedi ses. “Söylemen gerekenleri biliyorsun.”

Elimi kalbime götürdüm ve içimden söyleyeceğim bu sözler dua değildi, Adrian’a gönderdiğim sessiz bir mesajdı: Bekle beni. Güçlü ol, ben de güçlü olacağım. Akıllarında ne varsa, ondan kurtulmak için savaşacağım. Seni unutmayacağım. Onlara hangi yalanları söylemem gerekirse gereksin, sana arkamı dönmeyeceğim. Merkezimiz sağlam kalacak.

“Söylemen gereken şeyleri biliyorsun,” diye tekrar etti ses. İçindeki heveslilik neredeyse elle tutulabiliyordu.

Boğazımı temizledim. “Kendi türüme karşı suç işledim ve ruhumun yozlaşmasına izin verdim. Karanlıktan arınmaya hazırım.”

“Günahların neler?” diye ısrar etti ses. “Yaptıklarını itiraf et.”
Bu daha zordu ama yine de kelimeleri söylemeyi başardım. Beni Adrian’a ve özgürlüğe yaklaştıracaksa, her şeyi söyleyebilirdim.

Derin bir nefes alıp şöyle dedim: “Bir vampire aşık oldum.”

Ve birden, yanan ışık gözlerimi kör etti.


ÇEVİREN: ÖZLEM ÖZSOY

BU ÇEVİRİ İLK DEFA BİZİM SAYFAMIZDADIR. KAYNAK VE ÇEVİRMEN ADI BELİRTMEDEN VE İZİN ALMADAN TAMAMINI VEYA BİR KISMINI ALIP HERHANGİ BİR PLATFORMDA PAYLAŞMAK KESİNLİKLE YASAKTIR!

1 yorum:

  1. Özlem hanım çeviri için çok teşekkürler :) kitabı nereden bulabilirim bildiğim kadarıyla hala çıkmadı siz nereden okudunuz? Heyecanla bekliyorum kitabı :)

    YanıtlaSil